Hayat | Konular | Kitaplık | İletişim
Dünyevî Kemâlât
Dünyevî Kemâlât
Birincisi: İlimdir. Kibir, sür'atli olarak ulemâ arasında yayılır.
Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“İlmîn âfeti, sallana sallana kibretmektir.”[41]
Âlim, hemen ilmin şerefiyle şereflenmek ister. İlmin cemâl ve kemâliyle süslendiğine inanır. Kendi kendini büyük görerek insanları hakir görmeğe başlar. Onları techîl eder, hattâ onlara hayvan nazarı ile bakmağa başlar. Onlardan her yerde hürmet ve saygı bekler. Gördüğü hürmet ve saygıyı kendi hakkı olarak telâkki eder. Onlar onun hakkında iyi dedikleri hâlde o, onlar hakkında iyi demez. Onlar ziyaretine geldikleri hâlde, o gitmez. Onları kendi işinde çalıştırır. Tembelleşen olursa ona kızar ve onlardan muhtelif kargılıklar bekler. Bu, ilmiyle dünyalık hususundaki kibridir. Ahiret ile alâkalı olarak da' ilmi sayesinde kendini herkesten daha ziyâde Allah'a yakın ve kendini üstün kabul ederek başkaları hakkında daha çok endişeli ve kendini daha çok emniyetli hisseder. Bu gibilere âlim demektense câhil demek daha doğrudur. Gerçek ilim, inşânın kendisini ve Rabbini bilip son nefes tehlikesinden korkması, Allah'ın âlimlere hücceti ve ilmin tehlikelerini bilmesidir. Bunlar; ilim ile kibri tedavi kısmında anlatılacaktır. Bu hakiki ilim, inşânın emniyette olmasını değil, kulun Allah'tan korkusunu, tevazu ve huşûunu arttırır. İlim nimetinin şükrünü ödemediği ve Allahu Teâlâ'nın: “Bu ilim ile ne yaptın?” diye kendisini sorguya çekeceğini düşünerek herkesi kendinden hayırlı görmesini gerektirir. Bunun için Ebû'd-Derdâ (r.a.): “İlmi çoğalan kimsenin sancıları çoğalır.” demiştir ki bu, dediği gibidir.
O hâlde bâzı kimselerin bilgilerinin çoğalması ile kibir ve emniyetlerinin de artmasının sebebi nedir? Dersen:
Bilmiş ol ki; bunun da iki sebebi vardır:
1- Meşgul olduğu ilmin asıl ilim olmamasıdır. Asıl ilim, kulun, kendini ve Rabbini bildiği ve Allah'a mülakat arzu ve korkusunu bildiren ilimdir. Bu ilim, kibir ve emniyeti değil, haşyet ve tevazuu artırır.
2- Ahlâkı bozuk ve kalitesi düşük olduğu hâlde ilme dalmaktır. Kula her şeyden önce lâzım olan, nefis mücâhedesiyle ahlâkını güzelleştirmektir. Bu adam çeşitli mücâhede yolları ile nefsini düzeltip kalbini temizlememiş, Allah'a kulluğa razı olmamış, kalbi pislik içinde kalmış, bu hâli ile hangi ilim ile meşgul olursa olsun, elde ettiği ilim pis bir kaba girer. Bu sebeble iyi bir semere vermez, eseri iyilikte görülmez.
Ibn Abbâs (r.a.) diyor ki:
“Bel'am'e ilim verildi. O, yeryüzündeki şehvetlere dadandı. İşte o, köpek gibidir. Terk ederse de ürer, kovalarsan da ürer, yani hikmet versen de vermesen de o şehvetini terk etmez.”
İşte âlime bu tehlike yeter. Acaba şehvetine uymayan hangi âlimdir? Yapmadığı iyilikleri emretmeyen bir âlim var mıdır? Ne zaman ki, bir âlim câhile nisbetle kendisini üstün görmeğe başlarsa, içinde bulunduğu şu büyük tehlikeyi düşünsün. Bunu düşününce, câhile nisbetle mevkii üstün olduğu gibi, tehlikesinin de o nisbette büyük olduğunu anlar. Bu âlim, hayâtı tehlikede olan bir hükümdar gibidir Hükümdarı yakalayıp öldürecekleri zaman: “Keşke yoksul bir ayak takımı olaydım da bu tehlike ile karşılaşmayaydım.” der. Allah korusun, nice âlimler var ki Kıyamet günü karşılaşacağı cezayı göreceği zaman: “Keşke câhil olsaydım.” diyecektir.
İşte bu tehlike, âlimi kibirden men'eder. Zîra cehennemlik ise domuz ondan kıymetlidir. Daha nasıl kibredebilir? Bir defa bir âlim, bir in olsun, kendini sahabelerden üstün görmeğe yeltenmemelidir. Hâlbuki sahabenin bâzıları: “Keski annem beni doğurmasaydı.”, diğeri eline aldığı çer-çöpü göstererek:
“Keşke böyle bir çöp olsaydım”, başka biri de:
“Keşke hiç bir şey olmasaydım.” demiş ve bütün bunlar, akıbetin tehlikesinden dolayı sarf edilmiştir. Onlar kendilerini hayvanâttan ve topraktan daha âdî görürler. Bir âlim bu tehlikeleri inceden inceye düşünürse, kendiliğinden kibir hastalığından kurtulur. Zira kendisini en âdî bir insan görür. Bu da efendisi kendisine bâzı şeyler yapmasını emrettiği hâlde, bunlardan bir kısmını terk edip, bir kısmını karıştıran, bunları efendisinin emrettiği şekilde yapıp yapmadığını bilemeyen, nihayet efendisinin kendi hakkında bütün elbisesini soyunarak çıplak bir vaziyette güneşin altında beklemesini emrettiğini haber alan ve uzun zaman böyle bekledikten sonra yaptıklarından hesaba çekilip sonunda işkenceli bir ceza evine atılan, efendisinin isyan edenlerin bir kısmını af edip dilediğini cezalandırdığını bilen ve kendisinin hangi tarafta olduğunu kestiremiyen kölenin hâline benzer. Bütün bunları düşününce, kibri kırılır, kendisi düşünceye dalar, korku ve heyecan içinde kalır. Kibir şöyle dursun, bağışlanırım ümîdi ile alçak gönüllü olmağa başlar. Âlim de böyle olmalıdır. Bâtınî ve zahirî kusurlarını düşünüp Allah'ın emirlerindeki kendi noksanlıklarını hatırladığı ve önündeki tehlikeleri düşündüğü takdirde elbette kibrinden vazgeçer.
Bir gün Huzeyf e cemâate namaz kıldırıp selâm verdikten sonra: “Artık bundan sonra ya başka imam bulur veya namazınızı münferid kılarsınız. Ben bir daha imamlık yapmam. Çünkü namaz kıldırırken aklımdan: “Bu cemâatte benden daha liyakatlisi yok” diye bir şey geçti. Bu ise kibir alâmetidir. Binâenaleyh bu vazifeyi bir daha yapmam.” dedi.
Huzeyfe gibi bir zât bu tehlike ile kendini karşı karşıya görürse, ya sonradan gelen bu zayıf karakterli insanların hâli ne olur?
“Kula, din kardeşini hakîr görmesi kötülük olarak yeter.”
Benî İsrail'den biri yolda giderken bir âbidin boynuna bastı.Âbid:
“Kaldır ayağını, vallahi, Allah seni afvetmez, dedi. Allahu Teâlâ ona:
“Ey benim adıma yemîn eden âbid, onu değil, seni afvetmem” buyurdu. Hasan-ı Basrî de bir sohbetinde böyle dedi. Hattâ sof giyen sofilerin kibri, işlemeli kumaş giyenlerin kibrinden daha şiddetlidir, işlemeli ve kıymetli kumaşlar giyen, kendini sof giyenden üstün görürken, sof giyen de kendini ondan daha üstün görür. Âbidlerin çoğu bu âfetlerden kurtulamaz. Birisi kendisiyle alay ettiği veya kendisine eziyyet ettiği vakit:
“Benimle alay ve bana eziyyet edenleri elbette Allah afvetmez” der de bu sebeble Allah'ın gazabına uğrar. Çünkü aynı eziyet başkasına yapılsa bunu aynı seviyede görmez. Zîra kendisine üstün bir mevkî tanımaktadır. Bu ise kibir, ucbu ve gururu bir araya toplayan bir cehalettir. Hattâ bâzılarının ahmaklık ve cehaleti o dereceye yükselir ki, kendisine eziyet edenler hakkında:
“Onların başına gelecek felâketi yakında görürsünüz.” diyecek kadar ileri gider. Bu arada adam gerçekten bir felâkete uğrarsa onu kendi kerametine hamleder ve Allahu Teâlâ'nın kendi nâmına ondan intikam aldığını sanır. Hâlbuki diğer taraftan Allah ve Resulüne sövenler, peygamberlere eziyet edenler, hattâ onları dövüp öldürenler olduğu hâlde çoklarına mühlet verip onları dünyâda muazzeb etmediğini ve hattâ bu cürümlerden sonra müslümân olanları afvedip dünyâda cezalandırmadığı gibi, Âhirette de cezalandırmayacağını görür ve bilir de Allah katında kendisini peygamberlerden üstün saymağa yeltenir. Allah peygamberlerinin intikamını almadığı hâlde kendi intikamını aldığını sanır. Bu haliyle, yani kibir ve ucbu ile Allah'ın gazabına uğramışken ondan habersiz kalır. İşte aldanmışların hâli budur.
Amelî ilâcına gelince; kibrin ameli cihetden tedavisi, Allah için ve bütün insanlar için tevazu' göstermektir. Bu da Peygamber Efendimiz ve diğer sâlihlerin hâllerinden hikâye ettiğimiz gibi, onların gösterdikleri tevazu' ahlâkına devamla mümkündür.[42]